Berrin Şermet Doğan, Türk tiyatrosunun en önemli yazarlarından Memet Baydur hakkında yazdı.
Bundan yirmi iki yıl önce en verimli döneminde aramızdan ayrılan , seksenlerin ortasından iki binli yılların başına uzanan yaklaşık on beş yıllık bir süreçte yazdığı yirmiyi aşkın oyunuyla sadece Türk tiyatrosunun değil, Türk edebiyatının da en önemli çağdaş ustaları arasında anılmayı hak ediyor.
1974 yılında İngiltere'ye giderek Londra Üniversitesi'nde sosyoloji eğitimi gören Baydur, öğrenimini yarıda bırakarak Türkiye'ye döndü. İlk yazısı 1979'da Yeni İnsan dergisinde yayımlandı. Milliyet Sanat, Gösteri, Yapı Kredi Yayınları'nın Kitap-lık ve Sanat Dünyamız dergilerinde yazı ve öyküleri çıkmaya başladıktan sonra, diplomat olan eşi Sina Baydur'un görev yerleri nedeniyle değişik ülkelerde bulundu. 1982 yılında Kenya'ya gitti. Kenya'nın başkenti Nairobi'de Kenya Institute of Mass Communication, Kenya Kitle İletişim Enstitüsü'nde sinema tarihi, sinematografi ve tiyatro üzerine dersler verdi.
Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nda sinema dersleri verdi, Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazdı. İspanya'ya gitti ve Madrid Uluslararası Akdeniz Tiyatro Enstitüsü'nün kurucu üyeleri arasında yer aldı. 1992'den itibaren Bonn Tiyatro Bienali'nin Türkiye danışmanlığı görevinde bulunan Memet Baydur, oyun yazarlığına Afrika'dayken başladı.
Oyunlarında Türkçe dil kullanımı konusunda oldukça başarılı olan yazar, ABD'de tedavi gördüğü kansere bağlı olarak İstanbul'da öldü.
Ne zaman, nerede doğduğumun, annemin ve babamın kim olduğunun, hangi okullara gittiğimin ve ne zaman öldüğümün hiçbir önemi yok. Önemli olan tek şey yaşamım boyunca ne yapmaya çalıştığım ve bugün hala adımın neyle anıldığıdır.
Öleli neredeyse 22 yıl olmuş, hala oyunlarımı okuyup izliyor musunuz, hatta oyunlarım hala sahneleniyor mu bilmiyorum ama, burada yazarın klavyesi üzerinden tiyatromu anlatmak istedim. Hoş ben bir hayalet olmadığım için, burada okuyacaklarınız, yazarın benim tiyatromla ilgili kendi ifadelerimin yer aldığı bir derlemesi olacak. Nihayetinde kendisi ile hiç tanışmadık.
Önce şunu bilmenizi isterim: 1981 ve 2001 yılları arasında yazdığım 26 oyunumun az fazla 2 tanesine başlarken sonunu düşündüm. Ne macera ama! Elbette o beylik lafı söylemeyeceğim, lakin bu beni sanki tüm oyunlarımın baş kahramanı haline getiriyor.
“Nasıl yazıyorsunuz” sorusuna “valla bilmiyorum, bir yetenek galiba” diye cevap verdiğim delikanlılık dönemlerim çoktan geçti. Eh, bunca oyundan sonra hala bilmediğimi söylemek takdir edersiniz ki enikonu ayıp olur. Yaş kemale erince asıl cevabın nasıl yazdığım değil, neden bunca zamanımı diğer edebiyat dalları ile uğraşmak yerine oyun yazmaya harcadığımda gizli olduğunu anladım. Ne yalan söyleyeyim, bunun cevabını vermek öyle pek de kolay değil. Belki de bu yüzden toyluk zamanlarımda “valla bilmiyorum” diye geçiştiriyordum.
Bir keresinde arkadaşlarla bir araya geldiğimizde yine benim oyunlarım konuşuluyordu ve içlerinden bir tanesi ki kendisi bir eleştirmendi, benim iki tür oyun yazdığımı söyledi. Dediğine göre ilk gruptaki oyunlarım doğaçlama gibi görünüyormuş, kendiliğinden yazılmış izlenimi uyandırıyormuş. Oyunu yazmaya başladığımda ve hatta oyun iyice belirgin bir hale geldiğinde bile nasıl sonlanacağı hakkında bir fikrim yok gibiymiş. Size söylemiştim, oyunlarımın çok azında başlarken sonunu düşünürüm diye. Ve ikinci grup olarak nitelendirdiği oyunlarım ile devam etti.
Bu gruptaki oyunlarda bir durum, bir fotoğraf ya da belirgin bir sorun ön plana çıkıyormuş. İkinci grup oyunlarımın zeminini bunlardan biri oluşturuyormuş. “10 yada 12 tanesi doğaçlama, diğerleri önceden tasarlanarak yazılmış gibi görünüyor” dedi. Oysa gerçek bu olmasa bile tasarlayarak başladığım bir oyunda bile birkaç sayfa sonra doğaçlamadan kendimi alamıyor, yine caza dönüyorum. Her şey yine içgüdüsel bir hal alıyor. Bende önceden tasarladığımı değil, oyunun kendi ritmi, kendi müziğinin istediğini yapma – yazma içgüdüsü var. Viladimir Komarov’un nihayetinde öleceği aşikâr. Benim doğaçlama içgüdüm, “Trompet solosu kendi melodisini seçerek seyirciyi o ölüm sahnesine götürsün” diyor.
İlk oyunumu yazmaktan başka bir şey düşünemez halime geldiğim zamanlar 1978’e denk gelir. 25 -30 oyun yazacak, bunların hepsi bir yapbozun parçaları gibi bir fresko, bir duvar resmi, bir mozaik gibi tek bir büyük oyunun parçası olacaktı. Tamamlayabildim mi emin değilim ama bu fresko Türkiye’yi anlatacaktı. Ama bu Türkiye sadece benim görebildiğim, benim gözümden bir Türkiye yorumu olacaktı. Bana kalırsa benim Türkiye’min 4 ya da 5 oyuna daha ihtiyacı var.
Neden oyun yazıyorum sorusuna dönersek…
Ben oyun yazmayı tercih ettim çünkü benim anlattığım sadece tiyatro ile anlatılabilirdi, sinema ile değil, diğer yazı ve sanat disiplinleri ile de değil. Limon benim ilk oyunlarımdandı ve benim inancım onun oyundan başka bir sanat türü ile ifade edilemeyeceğiydi. Çünkü benim tüm mesele tiyatro dili, teatrallik.
Nasıl yazıyorumun cevabına ise beslendiğim kaynaklardan başlamak isterim. Tiyatronun kendisi, asla benim ana beslenme kaynağım olmadı. Çünkü oyunlarımı yazarken faydalandığım onlarca hatta diyebilirim ki yüzlerce farklı kaynağım vardı.
Oyunlarımı tür olarak kategorize etmeye uğraşılmasına gerek yok. Her ne kadar üzerine tezler yazılsa da, oyunlarımda benzer nitelikler aransa da bir gün Ben Memet Baydur yazımı kaleme aldım ve oyunlarımda bir absürt tiyatro yöneliminin söz konusu olmadığını net bir şekilde ifade ettim.
Benim Oyunlarımın Bir Ayrıcalığı Yok!
Comments